Siyasal İslam'ın Kültürel Zafere Ulaşamamasına Dair Notlar
Siyasal İslamcılıkta demokrasinin kullanılması, modern bir önerme olan ve Fransız Devrimi'yle gelişen 'iktidarın milletten alınacağı' tezine karşı klasik bir önerme olan 'iktidarın Tanrı'dan alındığı' tezini oturtmak üzere geliştirilmiş bir post-modern yöntemden ibarettir. Liberal dünyaya mutlak teokratik bir monarşiyi kabullendiremeyeceğini anlayan siyasal İslamcılık, milletin bilinçaltına oturttuğu bir "tanrısal buyrukla hareket eden lider" kültünü yaratmasıyla kendisini iktidara getirir. Yani bu sözde demokrasi anlayışı özü itibariyle yine ilkel güdülere dayanmaktadır. Bunu ise Ortadoğu'da Müslüman Kardeşler adıyla bilinen siyasal İslamcı hareketler yapmaktadır.
Toplumların bayraktarlığını yaptığı inançlara dair aşırı kutsalcı yaklaşım, o kadar aşırı kutsalcı bir tavır takınır ki yaklaşımındaki kutsalcılık, inancın sabit kutsallığını aşabilmektedir. Bu inancı bile aşan kutsalcılık, insanın kirine ait olduğu gerçeğinden uzak kalarak galiz bir dokunulmazlık algısını yaratmaktadır. İşte bu da zamanla dine ait soyut kavramların kutsallığını geride bırakarak inancın sosyolojisinde ön plana çıkmış şahısların kutsallığını ortaya çıkarmaktadır. Bununla birlikte toplumsal bir dini kült figürler meydana gelmektedir. Bu yüzden Hz. Muhammed dinde aşırılığa gitmemek konusunda uyarmıştır.
Dini anlamda Tanrı ile birey arasındaki ruhani bağ, akıllı bir insan için ruh sağlığı açısından rahatlatıcı bir etkendir. Buna katarsizm denir.
Dinin Tanrı ile birey arasındaki bir düzlemden çıkıp siyasileşmesi ise akıllı bir insan için dinden soğuma nedeni olabiliyorken, aptal bir insan için nefret ve çılgınlık boyutuna varabilmektedir.
Akıllı insan Tanrı ile olan bireysel bağından rahatlama sağlarken, aptal insan Tanrı'yı siyasallaştırarak dünyaya nefret yaymaktadır.
Din, bireysel anlamda uygulandığında erdemli durumlar ortaya çıkarabiliyorken, neden topluma uyarlandığında bir linç kültürü ortaya çıkarır? Din, bireysel anlamda zihinsel bir gelişim kompleksi sağladığında bu kişisel bir meziyet unusuru olarak yansır, ancak din nasıl olursa olsun, toplumsal gelişim refleksi gördüğünde zihinsel bir gelişim değil dürtüsel bir edinim göstermeye başlar. İşte bu dürtüsellik toplumsal anlamda bir güç yığını oluşturduğunda, toplumu oluşturan kişiler birer birer mistik bir kutsanmışlık algısını yaşayarak kutsanmışlık dışı olarak gördüğü her şeye karşı bir linç kültürü geliştirir. Bu ise gücün kutsanmışlığını devam ettirmek adına dini sadece basit bir alt neden haline getirir.
Toplumsal değerler nedir? Daha doğrusu dinden türetilmiş bir toplumsal değer nedir? Din, bireyler arasında oluşturulmuş bir ortak benlik beyanı haline gelince, bu toplumsal döngüyle her olası tehdit karşısında narsisistik bir refleks haline gelmeye amâde olmaktadır. Din toplumsallaşırsa, bu toplumsala ait olan bireyler de sürü psikolojisiyle anlık narsisistik dürtülere sahip olur ve kişi de narsisist bir yıkıcılıkla sonu gelmez acılara neden olur. Bu yüzden din daima bireyselliğe indirgenmelidir. Toplumsallaşmış bir din anlayışı, o dini anlamadaki şahsi gayretlerin de önüne bir engeldir. Bunun için felsefe eğitimine fazlasıyla önem verilmelidir. Bunun için dini anlamada logosa ihtiyacımız vardır.
Toplum daima bağımlı kişilik toplulaşmasını meydana getirir. Topluluğu oluşturanların şahsi kanâat gücü asla bulunmaz. Bu kanâatsizlik hâli ise mutlak bilgisizlik durumundan beslenir. Toplum bu kanâatsizlik halinin yokluğunu ise bilgiyle değil duygulanımla doldurmaya meyyaldir. Bu yokluğun belirli duygulanımlarla doldurulma şekli, toplumun kendi içinden türettiği ağır narsisistik kişilerle oluşturulur. Bu durum şu anlama gelir ki, her güçlü hareket güçlü bir kanâate ihtiyaç duyar. Ancak toplum bireysel kanâat durumuna başvurmadığı için bu duygusal eziklikteki boşluğunu üst duygulanım durumunu yaratarak "yüce liderler" silsilesini meydana getirmektedirler. Bu liderler ise kendilerini bütün boşluklar üzerindeki mutlak hacim oranı olarak görmekte, yücelmekte ve gücünü ebediyen devam ettirmektedirler. işte bireysellik algısının oluşmadığı toplumlarda daima kült lider algısı vardır.
Siyasileşip de bireyselleşemeyen tanrısallık kavramı nedir? Bazı coğrafyalar vardır, o kadar manevi yokluk içindedir ki karşı güçlerin onun üzerinde tahakküm sağlayıp somut tanrılaşmasını kaldıramayıp kendisine soyut bir tanrılaşma arayışını bulması demektir. İşte bu kapital gücün soyut Tanrıyı yok etme girişimi onu siyasileştirerek yapmaktadır ki artık ona da sahip olup yokluk içinde olanlara tanrısallık durumunu kendisi üzerinden bina ederek sahiplenme sağlamaktadır; Tanrının seçtiği lider veya kutsanmış liderlik durumunu onlara dikte edip arzetmektedir. Bunu böyle yapması ise dolaylı yoldan manevi yokluk içinde bulunan kesimin ahlaki ilkelerini de ele geçirmeleri anlamına gelir. Kısaca ahlaki ilkeleri siyasi gücün yokluk içindeki kesime temayüz edişine gelirsek yokluktan doğan bir ahlaki ilke yerine varlık içinde olmaktan doğan bir yapay ahlakçılık durumu söz konusu olmaktadır. İşte günümüzdeki yolsuzluk içindeki siyasal İslamcılık durumu da bundan oluşmaktadır. Tüm bu anlam ve güçsüzlük yıkımlarının oluşumu olarak her şey fazlasıyla birbirinden değişik ve ayrıntılarla doluyken bir anlam dirilişinin oluşmamasının boşluğunun karşısında kolayca bir Tanrı kavramı ortaya çıkıvermiştir. Her şeyin birbirinden bu denli farklı ve ömre kiyafet etmeyen ayrıntılarla dolu olması onların siyasileşmeye muhtaç bir Tanrı kavramına sığınmalarını tarih gerektirmiştir ve Tanrı adına savaşlar, üstünlükler ve saltanatlar inşa edilmiştir. Böylece tanrısallık kavramı bireyselleşmede daimi sıkıntı yaşamıştır. Tanrı'nın bireyselleşmeye oturması demek toplumun Tanrı konusunda herhangi siyasi bir güçte eklenmemesi anlamına gelerek topluluklar içerisinde farklı bazda Tanrı kavramını da meydana getirerek siyasi erk açısından ortak algı sunulamaz. Bu da demek oluyor ki hem Tanrı inancının bireyselliğinde hem de toplumsallığı konusunda bir uzlaşıya tam olarak varılamaz. Kişi bunu ancak kendinde muhafaza edebilir; etik olarak ne etrafında sunabilir ne de topluma dayatabilir.
Tanrı inancı, doğanın dehşetli gücü karşısında bilinmezliğin verdiği aşağılanma durumuna karşın insan beyninin kurduğu içgüdüsel iktidarın ta kendisidir. Bu yüzden Tanrı inancına dayalı gücün varlığı, tarih boyunca kendine karşıt bulduğu unsurlara karşı yıkıcılık gerçekleştirmiştir. Bu Tanrı adına Tanrıcılığı ve Tanrı'dan ziyade Tanrı olma heveslerini ortaya çıkarmıştır. Tanrı inancı, insanın kendinde olmayan özlemini çektiği güç ve iktidarın zihninde yansımasıdır. İnsan tarih boyunca Tanrı'yı ararken karşısında hep o özlemini duyduğu gücü bulmuştur ve bunu Tanrısallıkla özdeşleştirmiştir.
İnsanların dine küçük yaştan itibaren kolaylıkla inanma nedenlerinden biri, onların bilinmezliğe karşı geliştirdikleri aşağılık kompleksidir. Çünkü ne kadar bilinmezlik karşısında aşağılık kompleksine sahip olurlarsa, seçilmiş olduğunu düşündükleri kişilerin hezeyanlarına da o denli fazla inanırlar. Seçilmiş olduğu düşünülen şeyh, lider, hocaefendi her kim olursa olsun onların sosyal statüde bir üstünlük elde etmesi, şahsi bir dünya görüşü geliştirememiş her insan üzerinde kolaylıkla etkiye neden olacaktır. Bu yüzden din tüccarlarının sultasından toplumu kurtarmak için daima bilime ve felsefeye destek verilmeli. Bilim ve felsefe toplumlarda varoluşsal bir özgüven aşılar. Bilinmezlik karşısında olgun bir tavır takınmalarına neden olur.
Yozlaşmış bir iktidara tanrısallık kılıfı giydirerek onu kutsayıp kitlenin onaylamasını sağlayan din adamları Tanrı'nın değil Şeytan'ın temsilcileridir. Bu yüzden devletin dini olmamalı, devlet seküler olmalıdır. Bireyin yaşam tarzına, inandığı din ve felsefeye devletin dahli olmamalıdır.
Dine olan inanç, genellikle bir hakikat olgusuna sahip olmayı istemekten ziyade korkuyu tatmin etmekten ibarettir.
Dinsel fanatizm, insanın bilinmezlik duygusuna karşı geliştirdiği büyük bir aşağılık kompleksinin sonucunda bir acı yaşamasındandır ve buna karşı körü körüne inanma refleksini geliştirir. Buna karşı gelen her ne güç olursa olsun buna şiddetle cevap verir. İşte bu, bilinmezliğe karşı çekilen acı sonucunda biriken hıncın nevrotik bir kafayla kendisini dışavurmasıdır. Arabesk kültürü, radikalizm ve bilimsel körlük birleşince ortaya bilinmezlikten çekilen acının hıncı ortaya seriliyor. Bilinilirliğin arttığı toplumlarda ise acı azalır ve insanlar kendilerini daha çok eğlence/entertainment kültürüyle tatmin eder.
Bütün dinler özünde iyiliği barındırmasına rağmen tarih boyunca birbiriyle savaştı.
Bütün milletler içinde iyi insanları çok fazla barındırmasına rağmen tarih boyunca birbiriyle savaştı.
İnsanların ait olduğu kimliğin başkaları tarafından yok edileceği korkusu onu daima başkalarını yok etmeye itmiştir. Oysa herkes karşıdaki potansiyel iyiliği anlasa diğerine karşı çok fazla şüpheci olmaz.
Hayatı anlamlandırmanın yolu, öncelikle ölümü anlamlardırmaktan geçmektedir. En zoru da ölümü anlamlandırmaktır. Bazen hayatı anlamlandıramamak, bazılarının soyut düşünme yetisinin olmamasından kaynaklanmaktadır.
Arap coğrafyasında siyasal İslamcılık, Arap uluslaşma sürecine bir türlü uyum sağlayamamıştır. Arap uluslaşmasını ön plana çıkaranlar ise Arap solu olmuştur. Özellikle Türkiye’deki sünni siyasal İslamcılık kendi devletini kutsal görürken, Arap uluslaşmasına karşı olan devlet aleyhindeki Arap siyasal İslamcılığına destek vermiştir. Yani bu durum bir anlamda oksimoron oluşturmaktadır. Diğer yandan Arap solu uluslaşma sürecine ön ayak olurken güncel Türk solu uluslaşmasının karşısında olmuştur. Nasıl ki Ortadoğu’da Arap siyasal İslam’ı varoluşsal kriz içerisindeyse, Türk solu da uluslaşmanın karşısında olduğu için devamlı bir varoluş krizinin içerisine girmiştir. Özellikle İran’ın bir zamanlar Ortadoğu’da gücünü başarılı şekilde domine etmesinin nedenlerinden biri de, Nâsırcılık sonrasındaki Arap uluslaşmasının gerilemesiyle İran İslam Devrimi’nin gerçekleşmesinden sonra Şii siyasal İslam’ının hâlihazırda olan İran uluslaşmışlığını kontrolü altına alıp Arap ulusallaşması krizine karşı gücünü kullanmasından ileri gelir.
Mâsumiyete olan inancını yitirmek kadar insana acı veren ve onu yapayalnız hissettiren başka ne olabilir? En anlam verdiğinin ve en sevdiğinin, aslında en iğrenç olması her şeyin boşluk olmasından ibarettir. Mâsumiyete karşı olan inanç zamanla bir forumdan soyut olana evrilir ve sadece kendi içinle mevcut kalır.
Tanrı merkezli dinler, güç istencine bağlıdır. İnsanlar güveni, güç buldukça elde edeceklerdir. Böylece güç zamanla Tanrısızlığı da meydana getirir. Tanrı inancı ise güven duygusuna olan ihtiyaçtan türemiştir. Budizm'de güç istencinden soyutlanmak için Tanrı merkezcilikten uzak felsefenin ana hattını ise anatta oluşturmaktadır. Nitekim Nietzsche Güç İstenci adlı kitabında "Çilekeşler ve sefiller güç istencini küçümseme hakkına sahip oldukları inancını kaybettikleri takdirde, umutsuzluğa kapılırlar. Bu özellik, hayati bir önem taşımış olsaydı, durum böyle olurdu ve bu ahlaklılık istencinde bile 'güç istencinin' gizlendiği ve bu nefret ve küçümsemenin bile hâlâ bir güç istenci olduğu gösterilebilirdi." der.
Yine aynı şekilde Nietzsche Güç İstenci'nde Tanrı'ya güven atfedilmesi konusu hakkında da "Bir insan aniden ve ezici bir biçimde güç duygusuyla kaplandığında içinde kendi kişiliği hakkında bir şüphe uyanmaya başlar. kendini hayrete bırakan bu duygunun nedeni hakkında tek başına düşünmeye cesaret edemez. bu nedenle bunu açıklamak üzere daha güçlü bir kişiyi, tanrısallığı öne sürer." demektedir.
Bir dine inanmanın en temel psikolojik etkeni, korkuyorum ama bilmiyorum demekle eşdeğerdir. Aslında bu korkuyorum ama onu(dini) bilmiyorum demekle dini daha da korku ile katılaştırmakla özdeşleştirerek korku ve din bütünselleşmesi sağlanmaktadır. Bu zamanla korkuyorum ama neden korktuğumu biliyorum(din) haline gelir. Aksine korkmuyorum ama biliyorum ile yola çıkanlar (başta radikal islam) din adına daha cesur adım atmaktadırlar. Avam seviyesindeki "Allah'tan korkun yok mu?" anlayışı dinde muhafazakârlığı, Allah'ı bildiğini ve onun uğruna savaştığını iddia edenler ise radikalliği meydana getirir. Aslında radikal İslam'ın Allah'tan bile korkusu olmayacak şekilde yıkıcılığı meydana getirmesi dini dogmatik şekilde bilmekten, muhafazakâr islam'ın ise her şeyden korkacak derecedeki hali yolsuzluğu ve yozlaşmayı meydana getirmesi onu bilmemekten kaynaklanır.
Siyasal İslamla birlikte ona iktidarda eşlik eden yozlaşmış bir milliyetçilik, olduğu yerde kötü yönetimlere ve kötü ekonomik şartlara rağmen bile ayakta durabiliyorsa asla sonu gelmeyecek olan bir düşünce biçimi demektir. Dolayısıyla milliyetçiliği sadece yönetim biçimlerine ve ekonomik şartlara rağmen değerlendirmek yanlış olacaktır, bunun psikolojik saikleri de bulunmaktadır; kötü şartlar altında benliğinin artık hiçbir öneminin kalmadığı bireylerden oluşan sistemlerde, bütün bireylerin benliklerinin tümünü oluşturan ulusal değerler, bireysel benlikleri önemsizleştirilen kişilere karşı politikacılar tarafından son çare olarak kullanılacaktır. Nitekim bunun alıcısı her daim olacağından sürekli varolan ulusal değere karşı bir tehdit oluşturulur; kötü giden şartlara rağmen bireysel benliklerinden teberri edilmiş her kişi, kaybedecek maddi bir değerinin de olmamasının verdiği hafiflikle bireyselliği daha da öteleyip, bütüncüllüğün benliği olan ulusal değerleri olumlamaya çalışacaktır. İşte bu yüzden bütün bireyselciler, öncelikle bir ulusta liberal ekonomik değerler oluşsun ki bireyin değeri olsun, bireyin değeri oluşsun ki toplumlar arasında şiddetsizlik varolsun demektedir.
CEMAAT SOSYOLOJİSİ, BİREY VE DEVLET
Günümüzde birçok dinî cemaatler, mevcut hükümetlere hazır oy kazandırma fabrikasından başka hiçbir şey değildir. Bu oy kazandırma işlemi taşeron işçilik gibi bu da taşeron müntesibler üzerinden yürütülmektedir. Yani cemaat, parayı veren partiye oy verme hizmeti sunan taşeron bir şirkettir. Devlet cemaatin ileri gelenlerine diyor ki; bana doğrudan sadık, hiçbir bireysellik arzetmeyen, siyasi görüşü sizin dini algılarınız kadarıyla bezenmiş hazır kitleler oluşturunuz, biz de size devlet kademesinde kendi adamlarınızı iltimas edelim, ihaleler verelim, sizleri şirketleştirip zengin edelim ki her anlamda gücünüz olsun. Bu adamlar hem size hem de bize güven arzederek devlet kademesinde artık kimsecikler aleyhimizde bir görüş beyan edemesin, böylece zihniyetimizin zıttında hiçbir siyasi bir görüş gelişemesin demektedir. Bu karşılıklı kazan-kazan politikasıyla birlikte bireyin gücü, öngörüsü, hakimiyeti ve özgürlüğü cemaatleştirilmiş kitle ve plütokratik devlet kıskacının arasında sıkıştırılarak demokrasiye ket vurulmaktadır. Kısaca, hükümet ile iltisakı kuvvetli olan ve özerkliğiyle bilinmeyen bütün cemaatler toplumdaki bireyselleşmiş kazanımlarımıza doğrudan bir tehdit oluşturmaktadır. Cemaat ve devlet ilişkisinin kaybedeni daima birey olmuştur. Bireyin öneminin bilincine haiz olan toplumlar, her zaman şeffaf yönetimler ortaya koymuştur.
***
Dinde düşünsel anlamların sınırlanması pek itici bir neticedir toplumda. Dini topluma getiren peygamberlerin dini onlara tevdî etmesindeki en önemli neden, kişiye ait gayret ile ilerleyen düşüncelerin tanrısal bir dürtü olabileceğine olan inançla peygamlerin topluma bunları takip edilmesi gereken kurallar silsilesi olarak telkin etmesidir. Ancak her filozof neden din getirmemiştir ve neden peygamberlerdeki vahiy ya da ilham durumu salt tanrısallık olan bir düşünce olarak kabul edilmiştir? Bundaki neden, filozofların çoğunlukla yalnızlığı ve elitliği tercih ederek hiçbir zaman topluma mâlolmayı tercih etmemelerinde yatmaktadır. Nitekim Gotama Buda da bir filozoftur ve felsefesi bir din şeklinde Asya kıtasında kurumsallaşmıştır. Kurumsallaşmadaki ana neden ise düşüncenin dâvet haline geçmesidir. Lakin şunu da unutmamak gerekir ki, düşünsel bir eylem içerisindeki bireylerden oluşmayan her toplum, vahiydeki düşünsellikten çok vahiydeki kutsallık üzerinde hak iddia ederek zamanla yozlaşacaktır. Bu ise zamanla vahyî anlayıştan da uzaklaştırarak etrafına yıkıcılık gerçekleştirecektir. Bu yüzden, düşünselleşmeyen her dini anlayışta, yani dogmada, yıkıcılığı da beraberinde getirerek dini aslından uzaklaştıran bir istidrâcı (yozlaşmayı) meydana getirecektir.
Yorumlar
Yorum Gönder