Toplumsal Şiddet Kültürünün Yüceltilmesi ve Kanıksanmasının Politik Çıkmazlığı
Türk toplumunda gündelik haberleri takip ettiğimizde sürekli olarak karşımıza çıkanlar aile facilaları, kadın cinayetleri, haydutların sudan sebeplerle insanları öldürmesi şeklinde sökün eder durur.
Peki insanların şiddeti normalleştirip toplumun da bu gidişatı kanıksaması kolay hale nasıl gelebiliyor?
Öncelikle Türkiye Ortadoğu ve Avrupa kültürleri arasında bir köprü vazifesi görüp tam da bu iki havzaya sıçrama tahtası vazifesi gördüğünden zor bir coğrafya bütününden ibarettir. Erken Cumhuriyetle Batı ekseniyle özdeşleşip Şark'a ait olmaktan bir eser bırakmama hevesi varken toplumun tabanında hâlâ feodaliteye ait bir kadına bakış açısı, kabilesel aidiyetler, sivil vatandaşlık bilincine ulaşamamış soycu sopçu bir kimlik buhranı dışavurumları gibi şeyler mevcut. Bu ise Türk toplumunun Şark ile Garp arasındaki kimlik bunalımının arasında hala şiddet kültürünü öteleyememe ve onu çocukluktan kabul edilen mahalle aralarındaki çete kültürü beslemektedir.
Özellikle küçük yaşta suça eğilimli olanlar genelde fakir olduklarından maddi bir güce ait olamamanın getirdiği boşluk duygusu ile bir güce ait olup kendini güvende hissetme refleksi arasında bir arayışa girerek kendilerini kriminal bir dünyanın içinde buluyorlar. Böyle bir krimal dünyanın içinde suç daima bir övünç nesnesidir. Ne kadar suç işlersen o kadar itibara sahip olduğun imajı kriminal arkadaş çevrelerince dile getirilir. Elbette şiddeti övünç kaynağı haline getirmenin bir başka söylem biçimi de aldıkları kelle sayısı nisabınca o kadar şâna ulaştıklarına dair bir inancın varolmasıdır. Bu da insanın ilkel atasının vahşi hayatta yaşama tutunması için izlediği bir yöntem biçimidir. Böyle bir insan kültürü daha çok kas gücünün fazlalığını kutsallaştırır ve şiddetin getirisi olan kazançlar kadar bir övünç kaynağına kavuşur. Günümüzdeki şiddet kültürüyle insanın ilkel atasını aynı kökte birleştiren şey şiddeti bir övünç kaynağı nesnesi haline getirmesidir. Nitekim şiddet birçok Latin Amerika ülkesindeki çetelerde de bir övünç ve saygınlık nedeni haline getiriliyor.
Şiddet, medeniyetin zıttıdır. Şiddetin yerine anlayışın ve empatinin konulması, şiddeti yüceltenler tarafından bir zayıflık unsuru olarak görülmektedir. Unutmamak gerekir şiddet de her zaman şiddeti doğurur ve bu toplumsal travmaların devamlılığını sağlayan fasit bir daireden ibarettir.
Şiddetin bir erdem, yücelik ve güç ikonu haline getirildiği toplumlarda iyi niyet ve empati göstergesi daima süistimale açık olduğundan şiddete karşı olanlar bile bunu tehlikeli görebilmektedir. Hâl böyle olunca iyi niyet de korku tarafından ezilip yine şiddetin baskın gücü kazançlı çıkmaktadır. Tabandan gelen korku ve suç kültürünün hükümranlık sürdürdüğü toplumda toplumsal iflah için tepeden inme bir diktatörlük yegâne çözümdür. El Salvador'da çetelere savaş açan Nayip Bukele rejimi buna en iyi örnektir. Ancak tavandan tabana yani iktidardan topluma yansıyan bir korku ve suç kültürünün topluma yayılmasının yegâne çözümü de demokrasi kültürüdür. Bu da toplumlara karşı bir iktidar şiddeti şekline bürünebilmektedir.
El Salvador'daki olağanüstü hâl ve mutlak diktatörlük seçeneği, tabandan gelen toplumsal kötülüğün önüne geçti ve suç oranlarını minimum düzeye indirdi. Çok açık şekilde göstermektedir ki toplumdan kaynaklı kargaşanın yegâne çözümü zorunlu diktatörlük uygulamalarıdır. Özellikle tabandan gelen bir eğitimli sosyal bilinçten gelmeyen toplumlarda demokrasi denemesi yapmak tam anlamıyla bir intihar demektir. Arap Baharı tecrübesiyle de anlaşıldı ki Ortadoğu gibi eğitim seviyelerinin geri olduğu, skolastik düşüncenin hüküm sürdüğü ve şiddetin normal görüldüğü bir coğrafyaya demokrasi hediye etmek kitlesel bir yıkım ve göç meydana getirmiştir. Nitekim Alexis de Tocqueville bu konuya dair "İşin aslı, kendi kendini yönetme alışkanlığını tamamen terk etmiş insanların, kendilerini kimin yöneteceğini doğru seçmeyi nasıl başarabileceğini anlamakta güçlük çekiyorum. Hizmetkârlardan oluşan bir halkın yapacağı seçimlerden özgürlükçü, enerjik ve bilge bir hükümetin çıkabileceğine inanmak mümkün değil." demiştir. *
ÖZellikle hala aşiret kültürünün, feodal benliklerin ve din adamlarının otoritelerinin varlığının devam ettiği coğrafyalarda Batı'nın demokrasi deneyimi ısrarı tam anlamıyla bir trajikomedyadan ve iş bilmezlikten ibarettir. Elbette bu emperyalist amaçları için demokrasiyi de bahane haline getirdiği gerçeğini gizlemez. Sadece mezhepler nedenlerle bile birbirini boğazlayan insanların olduğu bir coğrafyada ne gibi bir demokrasi amacı benimsenip bu kültür yerleşebilir? Bu tam anlamıyla şiddet kültürünün sökün ettiği bir coğrafyada konjonktürel gerçekliğini inkâr etmek demektir. Yani demem o ki böyle coğrafyalar için en öncelikli olması gereken şey ekonomik refahtır. Bu olduğu müddetçe Ortadoğu coğrafyası genel olarak demokrasinin varlığını sorgulamamaktadır. Çünkü bu coğrafyanın insanı demokrasi kültürüne ve felsefesine alışkın değildir. Ortadoğuyu ise mezhepler ve dinsel kavgalardan ancak seküler düşünce biçimi kurtarabilir. Batı emperyalizmi, Ortadoğu'daki mezhepsel saiklerle ilerleyen iç savaşlardaki şiddet cenderesine "demokrasi savaşı" maskesi takarak bunu kendi halkına medya yoluyla estetize edip dünyaya demokrasi pazarladıklarına dair bir paradigma algısı inşa etti.
Modern imparatorluklar çağında en güçsüz olan en zalim olarak ilân edilir. En güçlü olan ise hümanizmin yegâne temsilcisi olacak kadar bir dokunulmazlığa kendisini müstağni görür. Güçsüze karşı güç ortaya koyarken dünya çapında bir haklılık paradigması inşa etmeye çalışır. Kısacası Batı emperyalizmi, rahat bırakmadıkları coğrafyalardaki şiddet içgüdüsünü daima kendi çıkarları adına manipüle edip buna sözde "demokrasi mücadelesi" deyip kendi değerleriyle özdeşleştirme cüretine kalkışmıştır.
* Alexis de Tocqueville - Demokratik Zorbalık, Can Yayınları, 2019, s. 48
Yorumlar
Yorum Gönder